Kaptanın Seyir Defteri

2 Ocak 2010 Cumartesi

KLAUS, MERWAN, ADALBERTO ve MATTHIAS HEPSİ ÇALIŞAN İNSANLARDIR

11 KASIM 1983
BERLIN

Ben Klaus. Doğu Berlin'liyim

Duvarı kırmaya, yıkmaya çalışıyoruz bugün, Brandenburg kapısı aslında çoktan açıldı.

Duvarın inşa edildiği 1961'de Doğu'da doğan, benim gibi güçlü gençlerden pek kalmamış etrafta. Hükümet geçişlkeri serbest bıraktığını açıkladığında zaten duvar yıkılmıştı bence.

Bugün artık enerjisi bitmek üzere olan orta yaşlılarla, duvarın taşları peşinde koşan korsanlar kaldı etrafta.

Amaç artık Batı Almanya'ya geçmek değil, amaç bunca ölüme, parçalanmaya ve ayrılığa neden olan herşeyin acısını, Berlin'i onlarca yıl ayırmış sağlam betondan duvardan almak. Eline sert birşeyler geçirmiş herkes duvarın bir yerini kırmaya çalışıyor. Duvar direnmiyor, sanki hiç gücü kalmamış, çoğu yeri sanki kumdan yapılıp ta görenleri yıllarca dev ama içi boş bir kuklanın azametiyle kandırmış gibi, bir anda dökülüyor. Babam gelmemekte diretti. ''Gel sadece seyret'' dedim. Kabul etmedi. Hala GDR televizyonunun giderek anlamsızlaşana ve zayıflayan propagandalarını dinliyor, yayınlandıktan dört, beş gün sonra gelen Moskova baskısı, kıymetli Pravda'sını okuyor.

Kazması, keseri olanlar şanslı bugün, duvarı çıplak elle yumruklayanlar da var. Duvara böyle saldıranlar arasında elinde Stolichnaya şişesi olan bizim gibi Doğululardan, teneke Löwenbrau taşıyan Batılılara, etrafa gevrekçe gülümseyerek sahte vuruşlar yapan Amerika'lı turistlerden, kürklü kapişonlu başlıklar giymiş Hollanda'lı siyahlara kadar çeşit çeşit ayık ve sarhoş insanlar var.

Yeter.

Ben yoruldum. Etrafı gezmek istiyorum, özgürlüğümü yorgunlukla taçlandırmak istiyorum. Şimdi sıcak bir pub'a oturup kocaman bir sosis ısmarlayacağım, içebildiğim kadar bira içeceğim. Bir Batı'lı gibi fütursuzca, faşingdeymiş gibi içeceğim. Saçları platin gibi parlayan Batı Berlin'li bir kızı bile öpebilirim bu gece. Ben bugün duvarı yıkanlardanım...

--

31 Aralık 2009
GAZZE

Ben Merwan. Gazze'nin Mısır sınırında inşa etmekte olduğu çelik duvar projesinde çalışıyorum. Gazze'liyim. Elimden her iş gelir.

Gazze'de hayat zor. Para yok, su yok, elektrik yok, hastalık çok. Gazze'nin son bombalanışından beri herşey daha da kötüye gidiyor. Hamas, Mısır'a kızıyor ama çaresizim, bu duvar inşaatında çalışanlara saat başına 5,5 Mısır poundu veriyorlar.Yani 2 dolar.

Günde 10 saat çeşit çeşit iş yapıyorum. Vardiya amirinin verdiği, vermediği her işi hem de.

Kendi ellerimle kendi hapishanemi yapıyorum. Kızım Dunia hergün nereye gittiğimi, eve niçin yorgun geldiğimi soruyor, söyleyemiyorum. 'Baba' diyor, 'bana dün aldığın gibi çikolata alsana'.

Gelecekteki çaresizliğinin şimdiki şekerli tadını sevdiğini bir bilse... Wael, oğlum, artık 14 yaşında. Ne olup bittiğinin farkında. Bizim sokaklarda size Gazze'nin durumunu, çocukken konuşup anlamaya başladığınızda, tarihçesiyle ve hemen öğretirler.

Wael bana bakamıyor bu aralar, ben de ona. Suphiya'nın koyduğu taze zahteri yiyor sadece. Nasıl aldığımdan şüphe ettiği şeyleri yemiyor. Geçen gün masadaki süzme yoğurtun ve zeytinyağının parasını nasıl kazandığımı sordu. Zira yemek yerken bu aralar, evin perdelerini sıkı sıkıya kapatıyoruz.

Cevabı bilmesine rağmen sordu. Bir babanın çocuğunun karşısında önüne bakmaktan başka çaresi kalmamasının acısı çok az şeyle karşılaştırılabilir. Gece dayanamayıp çalışmayan buzdolabından süzme yoğurt alacak. Canım oğlum.

Şimdi uyumam lazım, yarın eski tünellere gidecek ve o tünelleri suya boğacak yeraltı kanal inşaatlarında çalışacağım. Burada yeni yıl yok, toprağın içine ve göğe doğru yükselen yeni bir duvar var. Ben onu yapıyorum.

Allah'ım, hakkımızda hayırlısı neyse o olsun.

---

6 Aralık 2008
JALISCO - MEKSİKA

Adım Adalberto. Ben 29 yaşında bir Meksika'lıyım. Bugün Teksas sınırında, duvarlar arasındaki sensörler tarafından algılanıp Amerikan Sınır Polisi tarafından yakalanışımızın ve salıverilişimizin üzerinden tam 2 yıl geçmiş olacak.

Fakirlikten kırılırken buralarda televizyonda New York'taki, Los Angeles'taki, Florida'daki hayatı dizilerden, haberlerden seyretmek çok garip.

Şimdiki planımız duvar yapılamayan Sonoran çölünden veya Baboquivari dağını aşarak geçmek. Orada ne duvar var ne de gezmeye cesaret edebilecek temiz elbiseli Amerika'lı devriyeler. Ama bu rotalardan geçenlerin yarısı ya hastalanıyor ve yolun ortasında pes edip geri dönüyor, ya da bir anda ufak bir hesap hatasıyla, susuzluktan, kavuran sıcaktan, ya da gece donarak ölüveriyorlar. Geçmeyi başaran tanıdıkların bir kısmı da ilk üç, dört ay içinde yakalanıp köye geri dönüyorlar.

Uçsuz bucaksız Jalisco düzlüklerinden ve yarım yamalak tepelerden Agave kaktüsü toplamaktan başka bir iş yok burada. Tekila fabrikası'nın verdiği parayla ancak karın doyuyor, Juanito'yu okutmak mümkün değil. Juanito'm, dayanabilecek mi acaba Sonoran'ın acımasız güneşine, gecelerinin affetmeyen, bitmeyen soğuğuna?

Yoksa geçen gün Anarosa'nın babasının, duvar altından süzülen ve henüz devriyelerin keşfedemediğini söylediği yeraltı tünelinden mi geçmeli? Ama oradan geçmek istersen yanına 1 torba kokaini tutuşturuyorlar, gittiğin yerde teslim etmezsen seni nasıl olsa buluyor ve öldüresiye dövüyorlarmış.

Bilmiyorum.

--

17 Ocak 1961,
DOĞU BERLİN

Adım Matthias. Ben gururlu bir Komünist Parti üyesiyim.

Bugün tüm diğer komşularımla birlikte duvar inşaatında çalışmaya gidiyoruz. Bitmek üzere duvar artık. Anti-Faşist duvarımız hızla yükseliyor. Alman Demokratik Cumhuriyeti'de öyle.

Altı gün önce sağlıklı bir oğlumuz oldu. Lena'da sağlıklı. Adını dün koyduk. Klaus. Öyle bir ağlaması var ki 5 blok öteden duyuluyor. Annesinin ürettiği tüm sütü saniyeler içinde tüketiyor. Lena'nın göğüslerinde süt kalmadığını anladığında bir an duruyor, kocaman mavi gözlerini sonuna kadar açıyor, bir müddet böyle şaşkın şaşkın baktıktan sonra tekrar ağlamaya başlıyor. Klaus'um benim. Bu ülkenin en iyi yanı, bebek mamasına ve süte para yetiştirmek zorunda kalmayışımız.

Yanımızdaki diğer aile, Mauer'ler, çok mutsuz. Onlar için üzülmekle birlikte neden her bir araya gelişimizde Batı'ya zamanında geçemedikleri için bu kadar hayıflandıklarını anlamıyorum. Yine de onları bu düşüncelerinden dolayı ihbar etmeyeceğim.

Ancak aklımda şu cümlesi yankılanıyor büyük önder Stalin'in; 'Kapitalistleri asmaya kalksak, bize yağlı urgan satarlar'. Bunu geçen gün Hans Mauer'e de hatırlattım. Dudağının ucuyla sırıttı sadece. Bugün Pravda yine gelmedi.

Kafam temiz olmalı. Çalışmak ve fayda sağlamak bugünkü işim. Ve bugün yaptığım işle gurur duyuyor olacağım. Duvarın temelini açmak için donmuş toprağa her vuruşumda kazmayı, her sallayışımda çekici direkleri çakmak için, yüreğimdeki kızıl nehir coşacak.

---

--

Nuri / Uzay Gemisi

31 Aralık 2009 Perşembe

NAFİLE PEHLİVAN

NAFİLE PEHLİVAN

Evvel zaman içinde bir pehlivan herkesin seferde olduğu bir tarihte, zamanın başkenti Edirne'deki Er Meydanı'na çıkmış. Çayır boş ve sessizmiş, kendini başpehlivan olarak hayal etmiş, yanında getirdiği ibrikten ucuz yağı vücuduna boca etmiş. Kıspetini sıvazlamış ve başlamış er meydanında yürümeye.

Ordunun ve tüm cesur savaşçıların seferde olduğu bu dönemde, bu nafile pehlivanın naralarına koşan ahali, zengininden fakirine, hayretle iri vücuduna, pırıl pırıl tenine, gür sesine ve kapkara ucu kameri kaşlarına, sert bakışlarına, burulmuş pala bıyıklarına bakıp gıpta etmişler ve özlemle iyi bir güreşin hayalini kurmuşlar.

Aç açına, Kırkpınardan soğuk sular içmiş, savaştaki erkeklerini yadetmiş ve o akşam evlerine dönmüşler.

Bizim nafile pehlivan böyle her gün er meydanına çıkmış, bağırmış, böğürmüş, hayde bre demiş, yağlanmışta yağlanmış, hayali el enseler çekmiş, ünü dört diyara yayılmış.

Gittiği yerlerde, gerçekte hiç güreşmemiş, parıltılı laflar eden bu savaş kaçkını nafile pehlivana saygı gösterilmiş, kulağına zurnalar üflenmiş, zira güreşecek kimse yokmuş, yardım edilmiş, zaten zor bulunan kuzulardan çevrilmiş, ağa, efe, çeri sofralarına oturtulmuş, yemiş-semirmiş, hatta utanmamış dua bilmeden namaz kıldırmış.

Zira ne yapsa beğeniliyormuş artık.

Derken bir gün yorgun ordu seferden dönmüş, Kırkpınar'da dinlenmek için durulmuş. Padişah Hazretleri, kendisinden bu kadar sitayişle bahsedilen ve ünü Zigetvar Kal'a'sına kadar ulaşmış bu pehlivanı tanımak istemişler. Vezir'i Azam Hazretleri, sultanın bu pehlivanla güreşerek, fukaralıktan kırılan halkın karşısında, yenilse bile sevgi kazanacağını fısıldamışlar.

Padişah düşünmüş, az ileride savaş gazisi çelimsiz Mehmet'e gözü takılmış. ''Sen!' demiş; ''benim için bu kadar savaştın, ölümlerden döndün, yad ellerde yalın kılınç, kelle koltukta Osmanlı yurdunu savundun, şimdi emir etsem şu çığırtkanla güreşir misin''. Mehmet cesaretle atılmış, ''elbette sultanım, emrinize canım feda'' demiş.

Gazi Mehmet, cüsseli bedeni yağdan pırıl pırıl parlayan pehlivanın önüne Er Meydanına çıkmış.

Etrafı hiç bu kadar kalabalık olmayan Er Meydanı yeni gelenlerle kıyamet kadar kalabalık, ordusu, ahalisi, sessizlik içinde ne olacağını bekliyormuş.

Mehmet yırtık yamalı piyade elbisesiyle ve savaştan sonra kendisine verilen tenekeden gazilik, kahramanlık nişanları üzerinde parlar halde, gözleri çakmak çakmak, pehlivanın karşısına dikilmiş. Pehlivanın burun delikleri bir Arap atının dörtnaldan tırısa döndüğü zamanki kadar açıkmış, hızlı ve geniş nefesinin sesi heryerden duyuluyormuş.

Çığırtkan Pehlivan Mehmet'i görünce kızmış, belli edememiş, bağıramamış, ağlayamamış, uzun uzun yağlanamamış, zira sureti padişah ve ahali tarafından takip ediliyormuş. Ne yapsa, ne etseymiş. Böyle böyle düşünürken aklına nereden geldiyse bir fikir gelmiş.

Asker Mehmet'e bağıra çağıra sövmeye başlamış herkes duysun diye, ulen sen ne çelimsizsin, ulen sen güreşten ne anlarsın, sen benim kim olduğumu biliyor musun, beni Osmanlı tanır, madalyalarını çıkart da gel, yağlan da gel, ayıp değil mi karşıma çıkmaya cesaret ediyorsun demiş.

Mehmet uzun ince kemikli kollarını açmış, adam böyle uluyup dururken belinden kavrayıp başının üstünde havaya kaldırmış.

Bu halde bile yiğitliğe çamur sürdürmeyen utanmış pehlivan hala böğründen bağırınıyormuş, ''ulen sen kimsin beni künde edeceksin, sen kimsin beni pes ettireceksin'' diye.. Böyle böyle foyası çıkana kadar kendini rezil etmiş. Sırtı yere gelmiş, meydanın bir ucundan diğer ucuna Mehmet'in ince ellerinde sürüklenmiş, ota, pisliğe bulanmış, hala bağırınıyormuş. Mehmet, hırstan gözleri yuvalarında dönen pehlivanı ortada bırakıp çekilmiş yerine.

Bu bağırış çağırıştan çoktan sıkılan halk yavaş yavaş alanı terk etmiş, padişah sıkılmış gitmiş. Mehmet bir sonraki seferi için ordugaha yola koyulmuş.

Gece olmuş, ne gerçekten savaşmış, ne de güreşmiş, ne seyir ne de seyyah görmüş sahte pehlivan, yırtık kıspetinin içinde, önde hala koca göbeği, hala Mehmet'e bağırınıyor, artık ne yapse ne etse, işte türlü laflar ediyor, bir eline geçirirse neler yapacağını sayıyor, sövünüp dövünüyor, kendini yerden yere atıyor, hikayeler uyduruyormuş.

Etrafta hiç kimsecikler yokmuş...

Nuri / Uzay Gemisi - 2006

12 Aralık 2009 Cumartesi

KENDALL CRABFEET'S DREAM

I have dreams..

Getting home closer after work in this metal hell, and rarely, i dream..

The other day, i dreamed of being called on duty to join Luke & Leia
in their pursuit .. Or have a cup of brodza ( a mixture of otrillo milk
and wadwase, ooh i shake when i think!) and unknown at their
humble place, in a far far dream satellite, at the times of peace,
mumbling about old Jedi friends.

Me?! A forgotten engineer at the other corner of the galactic empire
ruled by a Sith Lord!

And now i dream about my elder daughter Vikala, joining
the Jedi academy for further training, as if one of the Jedi's visited us,
and told us that she has abnormal amount of midi-chlorians in her
blood.

''Young padawan, dreamer, you are..'' says Yoda to me, explaining why
i can not be accepted to the council for some time. ''and, old, you are'' he adds.

Cold here, i hate ions and metal...

The Force, i beg you to save me from my dull life.

Get me in, so i can join the rebellion forces.

Padawans dream! ,
And the universe, we will expand...

noted by:
Kendall Crabfeet
Built star Satellite Vrenistlau #23
Bakke-Han Motör Building District
Dagoobah System

--

Nuri Ersan - Uzay Gemisi